Ana Sayfa › Spiritüel Konular › Allah Kimseye Kaldıramayacağı Yükü Yüklemez mi?
"Allah Kimseye Kaldıramayacağı Yükü Yüklemez" Sözü ve İntihar Gerçeği Üzerine Spiritüel Bir Bakış
"Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendine, yapacağı şer de kendinedir. 'Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et...'"
— Bakara Suresi, 286. Ayet
Bu ayet, inanan kalpler için büyük bir teselli kaynağı olsa da, hayatın acı gerçekleri ile yüzleşildiğinde zihinlerde derin bir paradoksa dönüşebilmektedir. Özellikle intihar gibi geri dönüşü olmayan, trajik sonlarda bu ayet, geride kalanlar veya varoluşsal sancılar çekenler için sarsıcı bir soru işaretine evrilir: "Eğer bu yük taşınabilir nitelikteyse, neden sevdiğimiz insanlar, gencecik ruhlar veya hayat dolu bireyler bu yükün altında ezilip yaşamlarına son veriyor?"
Bu soruya verilecek her yanıt eksik kalmaya mahkum olsa da, cevabı sadece görünen maddi dünyada aramak bizi yanılgıya sürükler. Meseleyi çözmek için görünenin ötesine, madde ile mananın, biyoloji ile ruhun, kader ile iradenin kesiştiği o ince ve sisli çizgiye bakmak gerekir. İşte bu derin paradoksa dair, yüzeydeki yargılamadan uzak, spiritüel ve teolojik açıdan derinleştirilmiş bir perspektif.
1. Potansiyel Güç ile O Güce Erişim Arasındaki Fark: "Var Olmak" ve "Ulaşabilmek"
Ayette bahsedilen "kaldırma kapasitesi", insanın fıtraten (yaradılış gereği) ruhsal donanımında mevcut olan ontolojik potansiyele işaret eder. Yani Yaratıcı, her bir kulunun özüne, karşılaşacağı acıyı, travmayı veya kaybı göğüsleyebilecek, onu bir basamak olarak kullanabilecek bir "dayanıklılık rezervi" ve "içsel ışık" yerleştirmiştir. Ancak "bir güce sahip olmak" ile "o gücü o an kullanabilmek" tamamen farklı dinamiklerdir.
Bunu daha somut bir metaforla, yüksek performanslı bir araba örneğiyle açıklayabiliriz: Bir arabanın motoru teknik olarak 250 km hıza çıkabilecek kapasitede üretilmiş olabilir. Fabrika çıkış verisi budur; bu onun potansiyelidir ve gerçektir. Ancak, eğer bu arabanın lastikleri patlaksa, yakıt deposuna yanlış bir yakıt konulmuşsa, motor yağı tükenmişse veya sürücünün görüş mesafesi yoğun sis nedeniyle tamamen kapanmışsa, o araba o performansı asla gösteremez. Hatta ilk virajda yoldan çıkabilir. Buradaki kaza, arabanın motor kapasitesinin (fıtratın) yetersizliğinden değil, o kapasiteyi açığa çıkaracak şartların (beden ve zihin sağlığının) bozulmasından kaynaklanır.
İntihar vakalarında da durum benzerdir. Kişi, ruhunun derinliklerinde o yükü kaldıracak ilahi bir cevhere sahip olsa da, o cevhere ulaşmasını engelleyen yoğun bir zihinsel sisin içindedir. Ağır depresyon, travma sonrası stres bozukluğu veya nörokimyasal dengesizlikler, kişinin kendi içindeki "imdat çekicini" görmesini engeller. Kişi karanlık bir odadadır; çıkış kapısı oradadır (kaldırabileceği yük), ancak zihnin ışıkları söndüğü için kapıyı bulamaz. Yük ağır değildir belki ama, yükü kaldıracak olan manivela (sağlıklı zihin ve irade) o an işlevini yitirmiştir.
2. İrade Sınavı, Algı Yanılsaması ve Seçim Hakkı (Cüz-i İrade)
Spiritüel öğretilerde dünya hayatı statik bir "sonuç alanı" değil, dinamik bir "süreç" ve "oluş" alanıdır. Eğer herkes, her yükü otomatik olarak ve hiç zorlanmadan kaldırsaydı, o zaman insan olmanın, iradenin, mücadelenin, düşmenin ve yeniden kalkmanın, kısacası "tekamülün" bir anlamı kalmazdı. Acının olmadığı, robotik bir varoluş; ruhsal büyümeyi, empatiyi ve derinleşmeyi imkansız kılardı.
Ayetteki "yüklemez" ifadesi, "kul bu sınavı mutlaka, %100 başarıyla geçecektir" şeklinde bir ilahi garanti değil; "başarabilecek donanım, harita ve pusula kendisine verilmiştir" bilgisidir. Ancak haritayı okumak, pusulayı kullanmak veya yolda karşılaşılan fırtınada sığınacak bir liman aramak kulun cüz-i iradesine ve çabasına bırakılmıştır.
İnsan iradesi, bazen yükün kendisinden değil, yükün yarattığı "algıdan" yorulur. Çoğu zaman kişiyi öldüren yaşanan olay (iflas, ayrılık, kayıp) değil, o olaya yüklenen "asla düzelmeyecek", "bu acı sonsuza kadar sürecek" şeklindeki umutsuzluk hissidir. Bu noktada kişi, o anki daralmış bilinç seviyesinde, acıyı dindirmek için ölümü bir "yok oluş" değil, bir "kaçış" veya "dinlenme" kapısı olarak görebilir. Bu trajik seçim, yükün objektif olarak taşınamaz olduğundan değil, kişinin o anki öznel gerçekliğinde "taşımamayı" veya "taşıyamayacağına inanmayı" tek çare olarak görmesinden kaynaklanır.
3. Hastalık, "Biyolojik Kafes" ve İlahi Merhamet
Geleneksel bakış açısı intiharı bazen bir "isyan" veya "inanç zayıflığı" olarak etiketleme eğilimindedir. Ancak modern psikoloji ve derin spiritüel bakış açısı, intihar eden pek çok insanın durumunun bilinçli bir "Yaratıcı'ya başkaldırı"dan ziyade, bir "hastalık" sonucu olduğunu ortaya koyar.
Beyin de tıpkı kalp veya böbrekler gibi bir organdır ve hastalanabilir. Serotonin, dopamin gibi nörotransmitterlerin dengesi bozulduğunda veya beyin kimyası ağır bir depresyonla değiştiğinde, kişinin gerçeklik algısı, muhakeme yeteneği ve karar mekanizması çöker. Bu, bir pilotun uçağı mükemmel uçurabilecek yetenekte olmasına rağmen, uçağın kontrol panelinin kilitlenmesi gibidir. Pilot (ruh) oradadır, yeteneklidir ama uçak (beden/beyin) komutlara yanıt vermez hale gelmiştir. Kontrol panelinin bozulduğu yerde, pilottan kusursuz iniş beklenemez.
Kişi, aklı ve iradesi bu biyolojik veya psikolojik örtüyle perdelendiği için o eylemi gerçekleştirmişse, spiritüel düzlemde o yükü taşıyacak olan "benlik" zaten devreden çıkmış demektir. Bu durumda ilahi adaletin, kişinin kontrolü dışında gelişen bu biyolojik çöküşe, sonsuz bir şefkat ve merhametle yaklaşacağı umulur. Ayetin sonunda geçen "Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma" duası da bu insani acziyetin ilahi kattaki kabulüne işaret eder. Çünkü Yaratıcı, kulunu kapasitesinden değil, o kapasiteyi kullanabilme özgürlüğünden sorumlu tutar. Özgürlüğün bittiği yerde (akıl hastalığı, cinnet), sorumluluk da biter. Yani "kaldıramadı" dediğimiz şey, ölümsüz ruhun yenilgisi değil; geçici bedenin ve zihnin iflasıdır.
4. "Kaldırmak" Kavramının Derin Anlamı: Ruhsal Simya
Belki de bizler "kaldırmak" fiilini fazlasıyla dünyevi bir perspektifle; sadece "hayatta kalmak", "nefes almaya devam etmek", "mutlu olmak" veya "eski neşeli haline dönmek" olarak yorumluyoruz. Oysa spiritüel derinlikte "kaldırmak", o acının içinden geçerken ruhun bir üst boyuta evrilmesi, ham demirin ateşte dövülerek çeliğe dönüşmesi anlamına da gelebilir.
Bazı ruhlar, dünya planına inmeden önce, ruhların yaratıldığında Allah ile yaptıkları o ezeli anlaşma (Bezm-i Elest) gereği çok ağır ve travmatik deneyimleri seçmiş olabilirler. Kuran-ı Kerim'de bu an şöyle tasvir edilir:
"Hani Rabbin (ezelde) Adem oğullarının sülplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şahit tutarak, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Elestü bi-rabbiküm?) demişti. Onlar da: 'Evet (buna) şâhit olduk' (Kâlû: Belâ) dediler."
— Araf Suresi, 172. Ayet
Bu "Bela" (Evet) cevabı, sadece Rabliği kabul etmek değil, aynı zamanda dünya hayatındaki sınavlara da bir "kabul" niteliğindedir. Bu zorlu deneyimler, bazen o ruhun, bazen de o ruhun temasta olduğu diğer insanların (aile, çevre) tekamülü için bir katalizör görevi görür. Bizim dışarıdan "yenildi", "pes etti" veya "dayanamadı" diyerek hüzünle baktığımız bir son, o ruhun ebedi yolculuğunda bizim dünya gözüyle göremediğimiz, bilmediğimiz başka bir dengeyi, bir karmik temizlenmeyi veya bir tamamlanmayı ifade ediyor olabilir.
Yaradan ile kul arasındaki o mahrem ve özel alanda, kimin neyi ne kadar kaldırdığını, hangi içsel savaşları verdiğini ve son nefesinde hangi bilinç düzeyine ulaştığını tam olarak bilmemiz imkansızdır.
5. Kaderin Gizemi: İntihar Eden Kişi Ecelini Öne mi Çeker?
Bu konu, kelam ilminin (İslam teolojisi) en çetrefilli ve geride kalanların zihnini en çok kemiren sorularından biridir. Ehl-i Sünnet alimlerinin büyük çoğunluğunun bu konudaki görüşü nettir: Ecel birdir ve değişmez.
İslam inancına göre bir kişinin ne zaman, nerede ve kaçıncı nefesinde öleceği ezeli ilimde (Levh-i Mahfuz'da) sabittir. İntihar eden kişi, ecelini öne çekmiş, Allah'ın belirlediği süreyi kısaltmış veya "yarım bırakmış" değildir. O kişinin dünyadaki süresi o an dolmuştur.
Buradaki ince çizgi "Vakit" ile "Sebep" ayrımındadır:
- Vakit Değişmez: Kişinin ömrü, Allah'ın takdir ettiği saniyede son bulur.
- Sebep Değişir: Kişi, bu değişmez sona ulaşırken kendi Cüz-i İradesini kullanarak "yasaklanmış" bir sebebi (intiharı) tercih etmiştir.
Sıkça sorulan "Eğer intihar etmeseydi, o an yine ölecek miydi?" sorusuna İslam alimleri (Maturidi ve Eşari ekolü) şu cevabı verir: Evet, ölecekti. Çünkü ecel vakti geldiğinde, ruh bedenden ayrılmak zorundadır. Eğer kişi o an intihar eylemini gerçekleştirmeseydi bile, eceli geldiği için kalp krizi, beyin kanaması veya ani bir kaza gibi başka bir sebeple yine o anda vefat edecekti.
Bu bakış açısı, geride kalanlar için spiritüel bir rahatlama sunabilir: "Onu durdurabilseydim 40 yıl daha yaşardı" düşüncesi, sadece suçluluk duygusunu besleyen bir yanılgıdır. Sorumluluk ecelin vaktinde değil, seçilen yöntemin (intiharın) manevi ağırlığındadır.
Sonuç Yerine: Yargıdan Şefkate
Görünen çelişki aslında "ilahi donanım" ile "beşeri kırılganlık" arasındadır. Yaratıcı "Sende bu güç var, ben seni buna göre tasarladım" derken, insan o karanlık kuyuya düştüğünde "Ben bu gücü göremiyorum, elimi uzattığımda hiçbir şeye değemiyorum" diyerek pes edebilir.
İntihar, kapasitenin yokluğu değil; acının yoğunluğu ve süresi içinde o kapasiteye olan inancın, umudun ve erişimin kaybolmasıdır. Bu perspektif bizi yargılamaktan uzaklaştırıp, anlamaya ve şefkate davet eder. Unutulmamalıdır ki, en koyu karanlıkta, zifiri gecede bile, o potansiyel güç ruhun derinliklerinde saklı durmaya devam eder; bazen sadece o gücü tekrar aktif hale getirecek, sisi dağıtacak bir dost eline, profesyonel bir desteğe veya küçücük bir umut ışığına ihtiyaç vardır.
Ve son bir hakikat: Belki de en büyük yanılgımız, nefes almayı 'yaşamak', veda etmeyi ise 'kaybetmek' sanmaktır. Oysa ruhlar meclisinde madalyalar, bu dünyada ne kadar uzun süre kaldığına göre değil, o acının ateşinde neye dönüştüğüne göre verilir. "Kaldıramadı" diyerek gideni küçümseme ey yolcu! Kim bilir? Belki de o ruh, senin bir ömür boyu korkup kaçtığın o devasa karanlıkla tek başına yüzleşmiş, bedelini ödemiş ve kendi kıyametini kopararak hesabını kapatmıştır. Şimdi başını önüne eğ ve şükret; çünkü senin sınavın hala devam ediyor, kalemin hala elinde ve o korktuğun ateş henüz sana dokunmadı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder