Rüya Tabirleri
A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Ruhun Hala Denizde Olması - Tekneden İnme Sendromu (MdDS)

Çift pozlama fotoğrafçılığı, gri beton şehir caddesinde hareketsiz duran yalnız bir kişinin silueti, siluetin içinde dev dalgaların olduğu şiddetli koyu mavi bir okyanus fırtınası, statik şehir arka planı ile kaotik iç su arasında keskin kontrast, gerçeküstü, mistik atmosfer, sinematik aydınlatma, 8k, karamsar renkler --ar 16:9

Ayağınızın altındaki toprak sabit. Duvarlar, binalar, ağaçlar... Hepsi yerli yerinde, kıpırtısız duruyor. Ufuk çizgisi dümdüz, güven verici bir durağanlıkta. Ama sizin içinizde, derinlerde bir yerde fırtına dinmiş değil. Gözleriniz dünyanın sükunetine tanıklık ederken, iç kulağınızdaki o kadim denge terazisi dehşet içinde haykırıyor: 'Hayır, devriliyoruz! Görünmez bir dalga geliyor, ruhuna tutun!'

Sanki görünmez bir okyanusun tam ortasındasınız ve dev dalgalar bedeninizi acımasızca bir o yana bir bu yana savuruyor. Sabit bir sandalyede otururken bile, kendinizi boşlukta sallanan bir salıncakta gibi hissediyorsunuz.

Dışarıdan bakanlar sizi "duruyor" sanıyor. Sizi sakin, hareketsiz, belki biraz dalgın görüyorlar. Oysa siz, kendi derinizin içine hapsolmuş o sonsuz salınımın esirisiniz. Yerçekimi size ihanet etmiş gibi.

Tıp dünyası buna Mal de Débarquement Sendromu (MdDS) diyor. Yani; Fransızca kökenli adıyla "Karaya Çıkma Hastalığı" veya "Tekneden İnme Sendromu". Genellikle uzun bir gemi yolculuğu, çalkantılı bir uçuş ya da uzun süren bir araba seyahatinden sonra, beynin kendini karanın sabitliğine yeniden adapte edememesi durumu olarak tanımlanıyor.

Çoğu insan için bu "deniz tutması" hissi (land sickness), karaya ayak bastıktan birkaç saat, en geç bir iki gün sonra geçer. Beyin, "Tamam, artık zemin sabit, sallanmayı bırakabiliriz" komutunu verir. Ancak MdDS yaşayanlar için bu "kapatma düğmesi" bozulmuştur. Bu durum haftalarca, aylarca, hatta yıllarca sürebilir. Bazıları için bu, ömür boyu sürecek sessiz bir fırtınanın başlangıcıdır.

Ancak Tabirly'nin Gizemler köşesinde sormamız gereken asıl soru şu: Bu sadece nörolojik bir "hata", basit bir yazılım bug'ı mı; yoksa modern insanın ruhunda ve bedeninde yankılanan daha derin bir uyumsuzluğun işareti mi?

Toprak ve Su Arasındaki Ezeli Savaş

İnsan bedeni toprağa aittir; kemiklerimiz kalsiyumdan, etimiz karbondan yoğrulmuştur. Oysa ruhumuz suya benzer; akışkandır, şekilsizdir, duygularla kabarır ve çekilir. MdDS, belki de bu iki elementin, toprak ve suyun, beden denen o dar kapta bir türlü barış imzalayamamasıdır.

Bu sendromu yaşayanların tecrübe ettiği en büyük paradoks şudur: Hareket halindeyken iyileşirler.

MdDS hastaları tekrar bir arabaya, trene veya tekneye bindiklerinde, yani pasif bir hareketin içine girdiklerinde semptomları mucizevi bir şekilde kaybolur. Beyin, dışarıdaki kaotik hareketle içerideki kaosu eşleştirdiğinde huzur bulur.

Ne garip bir ironi, değil mi? Fırtınanın kendisi, fırtınada olan için bir sığınaktır. Sallanmak onları dengeler, durmak ise savurur. Sabit, güvenli bir yatakta yatmak onlar için bir işkenceye dönüşürken; virajlı bir yolda hızla giden bir arabanın içinde olmak, ana rahmindeki huzuru verir. Sanki beden, dünyanın o kaotik ve öngörülemez ritmine o kadar derin bir uyum sağlamıştır ki; "sabitlik", "durgunluk" ve "sessizlik" ona artık yabancı, yapay ve hatta tehditkâr gelmektedir.

Bu durum bize modern insanın en büyük yanılgısını hatırlatıyor olabilir mi? Kendimizi binalara, şehirlere, masalara hapsolmuş "sabit" varlıklar sanıyoruz ama belki de doğamız gereği sürekli akışta, göçte ve hareket halinde olmamız gerekiyor. MdDS, bedenin "Ben durmak, kök salmak, betonlaşmak için yaratılmadım; ben akmak istiyorum" deme şekli olabilir mi?

Görünmezlerin Kardeşliği: Adı Konmamış Melankoli

Bu hastalığın en büyük gizemlerinden ve trajedilerinden biri de "sahipsiz" kalmasıdır. Tarih kitaplarında veya magazin sayfalarında, "Ben MdDS hastasıyım" diyerek bu durumu sahiplenen dünyaca ünlü bir yıldız, bir politikacı veya ikon bulamazsınız.

Neden? Çünkü bu hastalık, insanın kendine bile itiraf etmekte zorlandığı, dışarıdan kanıtlanamayan bir "gerçeklik kaybı" hissi yaratır. Kolunuz kırık değildir, ateşiniz yoktur, MR sonuçlarınız tertemizdir. Ama siz, düz yolda yürürken sarhoş gibi yalpalamamak için duvarlara tutunursunuz.

Biyografileri dikkatle incelediğinizde, bu semptomların izlerini tarihin tozlu sayfalarında bulabilirsiniz. "Karanlıkta başı dönen" şairleri, "yürürken yerin ayağının altından kaydığını" yazan romancıları, tablolarında dünyayı sürekli eğri büğrü ve akışkan çizen ressamları hatırlayın.

Tıp tarihçileri onlara yıllarca "vertigo" dedi, "histerik" dedi, "ağır migren" dedi ya da sadece "melankolik bir ruh hali" deyip geçti.

Belki de Virginia Woolf'un o meşhur "kendine ait bir oda" arayışı, sadece zihinsel bir sığınak değil, fiziksel bir "sabitlenme" arzusuydu? Kim bilir, belki de o odanın duvarlarına tutunarak dünyayı durdurmaya çalışıyordu. Ya da Van Gogh'un o meşhur 'Yıldızlı Gece'sindeki gökyüzü... O girdaplar, o akışkan selvi ağaçları... Belki de Van Gogh o fırça darbelerini sanatsal bir tercih olarak atmıyordu; belki de sadece gördüğü gerçeği resmediyordu. Dünya onun gözüne gerçekten de öyle görünüyordu; katı maddelerin eridiği, sürekli sallanan, hiç durmayan kozmik bir okyanus gibi.

MdDS'nin trajedisi budur: O kadar kişisel ve içseldir ki, şöhretin ışıkları bile bu içsel fırtınayı aydınlatamaz. Dışarıdan bakıldığında "sağlam" ve güçlü durursunuz, ama içeride geminiz sessizce batıyordur.

Beynin "Hayalet" Yazılımı: Tıbbın Çaresiz Kaldığı Nokta

Tıbbın bu duruma getirdiği açıklama, en az hastalığın kendisi kadar gizemli ve düşündürücüdür. Doktorlar ısrarla sorunun kulakta (iç kulak kristalleri vb.) değil, tamamen beyinde olduğunu vurgularlar. Kulaklarınız gayet sağlıklıdır. Sorun, merkezi işlem birimindedir.

Beynimiz, "nöroplastisite" adı verilen muazzam bir yeteneğe sahiptir; yani çevresel şartlara göre kendini yeniden programlayabilir, yeni yollar inşa edebilir. Denizdeyken, dalgaların ritmine uyum sağlamak ve düşmemek için beyin "arka planda" çalışan yeni bir denge yazılımı geliştirir. "Zemin sürekli sallanıyor, o halde kasları ve dengeyi bu öngörülebilir salınıma göre ayarla" der. Buna "deniz bacakları" (sea legs) denir.

Ancak karaya inildiğinde, bu yazılımın silinmesi (uninstall edilmesi) gerekir. Sağlıklı beyin bunu dakikalar içinde yapar. MdDS hastalarında ise beyin, bu yeni yazılımı o kadar çok benimser ve içselleştirir ki, "eski sürüme" (karasal moda) dönmeyi reddeder. O dalgalı ritim artık beynin "yeni normali" olmuştur.

Yani tıbben bakıldığında; beyin artık var olmayan bir gerçekliğe, geçmişte kalmış bir dalgaya "kilitlenmiştir". Bir hayalet uzuv ağrısı gibidir; bacak yoktur ama ağrısı gerçektir. Dalga yoktur ama salınımı gerçektir.

Tedavi yöntemleri de bilim kurgu filmlerini aratmaz: Hastalar karanlık, izole bir odaya alınır. Etraflarında dönen siyah-beyaz çizgiler (optokinetik stimülasyon) izletilirken, başları doktorlar tarafından belirli bir ritimde sağa sola çevrilir. Amaç beyni "kandırmaktır". Gözler aracılığıyla beyne şu mesaj kodlanmaya çalışılır: 'Bak, dünya dönüyor ama sen sabitsin. Fırtına bitti. O yazılımı kapat.' Bilimin en ileri çözümü bile aslında modern bir illüzyonistliktir: Yanlış bir algı büyüsünü bozmak için, başka bir görsel büyü yapmak. Çiviyi çiviyle sökmek gibi; bir halüsinasyonu, bir simülasyonla tedavi etmek.

Ruhun Çapasını Atmak: Spiritüel Dengeleme ve Köklenme

Spiritüel dünyada ve enerji tıbbında ise tedavi, beyni kandırmak değil, ruha unuttuğu "evini" nazikçe hatırlatmak üzerine kuruludur. MdDS, enerjetik bedende belirgin bir Kök Çakra (Muladhara) dengesizliği veya kopukluğu olarak yorumlanır.

Kök çakra (kuyruk sokumu bölgesi), bizim dünya ile olan fiziksel bağımız, aidiyetimiz ve "buradayım, güvendeyim" hissimizdir. Deniz yolculuğu sırasında, suyun o tekinsiz ve sürekli değişen doğasına uyum sağlamak için enerji bedeni, güvenlik mekanizması olarak "köklerini yukarı çeker". Çünkü kök salınacak sabit bir zemin yoktur. Sorun, karaya dönüldüğünde o köklerin tekrar aşağıya, toprağın derinliklerine salınamamasındadır. Ruh havada asılı kalmıştır.

Kadim şifacılar, şamanlar ve modern enerji terapistleri, bu "sonsuz salınımı" yavaşlatmak ve ruhu bedene geri çağırmak için şu yöntemleri önerir:

  • Ağır Taşların Frekansı (Lito-Terapi): Özellikle Hematit, Galena ve Siyah Turmalin gibi yoğun, ağır ve topraklayıcı taşlar kullanılır. Hematit, içeriğindeki yüksek demir oranıyla o kadar yoğundur ki, kişi onu cebinde veya kolyesinde taşıdığında enerjetik bir "yerçekimi" hisseder. Bu taşlar, uçuşan eterik bedene "Ağırlığını hisset, buradasın, yere basıyorsun" demenin kristal halidir. Bir nevi ruhsal çapa görevi görürler.
  • Tuzlu Su Paradoksu: Şifacılar bazen paradoksal görünen bir yöntem uygular: Ayakları kaya tuzu dolu ılık suya sokmak. Tuz topraktır, su denizdir. Bu ikisini bir kapta birleştirmek, bedene "deniz ve toprak barışabilir, birbirini yok etmek zorunda değiller" mesajı verir. Suyun hafızasını, tuzun bilgeliğiyle nötrlemektir bu.
  • İmajinatif Köklenme ve Ağaç Meditasyonu: En güçlü yöntemlerden biri, meditasyon sırasında ayak tabanlarından dünyanın merkezine, o kor gibi yanan magmaya kadar uzanan kalın, kırmızı, damarlı kökler hayal etmektir. MdDS hastaları için bu imajinasyon çok zordur; çünkü zihinlerinde bile o kökler sürekli kopar, toprak kayar. Ancak inatla ve sabırla bu bağ kurulduğunda, içsel fırtınanın yavaşladığı ve bedenin "dünyaya kilitlendiği" söylenir.

Tabirly Özel Notu: "İnsan Sarkacı" Teorisi

İşte burası, hiçbir tıp kitabında bulamayacağınız, sadece Tabirly'nin sezgisel okumasıyla görebileceğiniz o gizli kapıdır:

MdDS hastalarıyla yapılan derin görüşmelerde, bu kişilerin sezgilerinin, rüya alemlerinin ve empatik yeteneklerinin hastalık sürecinde şaşırtıcı derecede, hatta ürkütücü boyutlarda güçlendiği görülür. Peki ya o rahatsız edici, mide bulandırıcı "sallanma" hissi aslında bir denge kaybı değil de; bedenin devasa, etten ve kemikten bir "Ruhsal Sarkaç"a dönüşmesiyse?

Ezoterik öğretilerde sarkaç (pendulum), görünmeyen enerjileri, yeraltı su kaynaklarını, leyl hatlarını, manyetik alanları, yalanı ve doğruyu tespit etmek için kullanılır. Sarkaç durmaz, titreşir ve salınır. Bilgi geldikçe hareket eder.

MdDS yaşayan kişinin bedeni, denizdeki o uzun "izolasyon" ve suyun müthiş "iletkenliği" sayesinde kabuk değiştirmiş, incelmiş ve öylesine hassaslaşmıştır ki; artık karadaki manyetik alanları, insanların auralarını, mekanların enerjilerini, yaklaşan toplumsal olayların stresini fiziksel bir sallantı olarak algılamaya başlamıştır.

Yani siz duramıyor değilsiniz; belki de frekansları hissediyorsunuz. Sıradan insanların filtreleyip yok saydığı tüm o enerjetik gürültü, sizin filtrenizden geçip bedeninizi sarsıyor. Bedeniniz, etrafınızdaki o yoğun, görünmez enerji akışına, tıpkı rüzgarı hisseden bir yaprak gibi 'sallanarak' tepki veriyor.

Bu bakış açısına göre MdDS bir hastalık semptomu değil; aşırı yüklenmiş ve henüz nasıl kapatılacağı öğrenilememiş, kontrolsüz bir anten aktivitesidir. Bu yüzden MdDS yaşayan pek çok kişi, AVM'ler gibi kalabalık, enerjisi "kirli" ve kaotik ortamlarda, floresan ışıklar altında çok daha şiddetli sallandığını hisseder. Doğada ise durulurlar. Onlar yürüyen birer paratoner gibidir; fırtına dışarıda değil, algıladıkları enerjinin yoğunluğundadır.

Son Söz: Akışa Teslim Olmak ve Dönüşüm

Bu bir hastalık değil de, ruhun bir "özlemi" olabilir mi? Kaybettiğimiz, unuttuğumuz, betonların altına gömdüğümüz o ilkel, vahşi ve akışkan doğamıza duyduğumuz, bedenselleşmiş bir özlem...

Belki de iyileşmek, eski "sabit" halimize dönmeye çalışmak, kendimizi zorla durdurmak demek değildir. Belki de şifa, bu yeni ritimle dans etmeyi öğrenmektir. Karada yürüyen bir denizci olduğunuzu, herkes düz zeminde yürürken sizin dalgalarla vals yaptığınızı kabul etmektir.

Çünkü ne derler bilirsiniz; fırtınada sert ve dik duran o gururlu ağaç kırılır, ama rüzgarla birlikte eğilen, sallanan sazlıklar hayatta kalır. İçinizdeki fırtınayla savaşmayı bıraktığınızda, belki de o fırtına sizi gitmeniz gereken asıl limana götürecektir.

Kaynakça

© 2024 Tabirly. Tüm hakları saklıdır. Gizemler ve görünmeyen alemler üzerine.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dil: